18 Eylül 2018 Salı

Ne Yapıyorum Ben Burada?..

Rüzgar perdeyi her zamankinden daha fazla savuruyordu, şehvetli dalgalanmasıyla yüzüme vuran acımasız darbeleri bir daha yaşama odaklanmama vesile oluyordu her defasında sanki. Derine doğru dalan beyin kıvrımlarım görme bölgesine gönderdiği sinyal ile gözlerimin tavana odaklanmasına yardımcı olmuştu. Uzun yıllardır hissetmeden yaşadığım anları hissetmeye çalışmak, bende yüksek hassasiyet oluşturuyordu. Ve bu esnada durdum, düşünmeyi bıraktım adeta ve sordum kendime: "Ne yapıyorum ben burada?"

Ne yapmalıydım, gelip de devam ettiğim rotamdan şaşmadan, kendimi yeterince tatmin ederek ne yapabilirdim? Ya da tatmin olabilir miydim acaba başıma gelen her şeyden?

Unutuyordum süslü süslü hayatımı gelip geçerken, yaşamın kıyısından. Gün geliyor ben oluyorum, doya doya yaşıyorum zamanı, gün geliyor hiç kimse olmadan anlam katmaya çalışıyorum sonbaharıma. Elimdekiyle yetinmek? Böyle mi yapıyor insanlar? Yok hayır, bu defa istemiyorum hüzünlü zamanlar. Doydum!



16 Temmuz 2011 Cumartesi

Kinyas ve Kayra'dan

Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendi­me ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan mi­dem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabili­rim. Benim adım Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gr
am kokain karşılığında bilek­lerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyo­rum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şi­ir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazan­dım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:


Sözlerimin sonunu duymadığın zaman. 
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman. 
Değiştiriyorum son kelimelerimi. 
Değiştiriyorum sonumu.

Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan ko­palı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı sa­at yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmak­tan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi­lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmek­ten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem ge­rekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişe­bilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı ol­duğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.

Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılık­tan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir mad­deye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumla­rımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...

Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sa­yısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ce­set sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına va­rılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıya­madım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım bo­yunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçin­de boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...

Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar in­sanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde be­nim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Ara­nızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...

Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini ke­sen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı incele­dim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe ya­ramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğ­dum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir ol­dum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...

Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sar­maşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değil­dim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görün­ce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öl­dürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.

Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâ­lıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirle­rinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolcu­luk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın ede­biyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avru­pa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yenecek­lerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olma­lıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!

Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp gö­rebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı ken­dini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmele­rinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hasta­neye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendi­ği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı kor­kutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kay­naklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...

Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sı­kışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışları­nı değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.

Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, haya­ta başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gör­düm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kim­seyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gi­bi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olma­sı gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözle­rimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçek­ten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum. 

Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum nok­tada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi da­hil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulama­mak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o ka­dar korkunç ki!

Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi ya­pıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesi­ne bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve gö­rüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda ası­lı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şe­yimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söyle­nenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayatta­ki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.

"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."


Hakan Günday..

24 Kasım 2010 Çarşamba

Fısıltıyla esen rüzgar, pencereyi hırpalayan..

Gün döndü, vakit nakitten değerlendi. Bir an önce kıymetiyle yaşayamadığımız birlikteliklerimizi yalınlığa terk edip süsünden arındırmamızı söylüyor zaman. Kafasında kasketi, bizi bekliyor. Ha bir de cübbesiyle tabi... Yargılamayı beklemiş onca ömür boyunca. Ben de son zamanlarda arkadaş olduğum fısıltılı rüzgarımı koydum cebime, bensiz ne yapar yoksa o yalnız uzak meskende..

Birlikteliklerim vardı en samimiyetine güvenilesi cinsten. İki yanımda da hüzün olsa bir merhamet elimden tutardı en aykırı terkedişlerimde bile. Ben hiç uzaklaşmadım meçhul dipsiz diyarlardan. Hep onlar benden gitmek istediler. Bu terk isteklerinin şafağında hep elimi tutardı o sıcacık merhamet. Giderken şarkısını dinlerdim. Koskoca boşluk ve upuzun bir yol... O yolu takip eder ve işte o şarkıyı söylerdim, bezen ben söylerdim bazen ondan dinlerdim. Şarkının sözlerini hiç bir zaman ezbere bilemedik ikimiz de ki gerek de yoktu zaten. Yürüdüm hiç durmadan, zaten sözler de demiyor muydu : "Rüzgar bizi sürükleyecek..."  Nasıl bir rüzgardı ki bu? Şu anda penceremde fısıldayan rüzgar gibi olmasa gerek. Şiddetli, olabildiğince şiddetliydi galiba.. Beklemek o rüzgarı -geleceğini bildikten sonra- çok güzel bir duygu idi. Anlar anları kovaladı bu bekleyişin içerisinde ki tabi, gidip gelmeli bir bekleyişti bu. Bana verilmiş bir yoldan başka bir şey yoktu elimde, sadece yürüdüm. Bir uçtan diğer uca... Gittim, geldim. Kaybetmekten korktum elimde olanı da, bu süregelişlerin içerisinde. Hep yanımda olanı kaybetmekten... Bir tek o söylüyordu bana ezbere bilmediğimiz şarkımızı. Onu da kaybedersem, sadece kendimi dinlemek zorunda kalacaktım. O hep benle kalmalıydı. Çok bencilce düşünüyor insan böylesine çaresiz kaldığında aslında. Ama olmuyordu, o kalmalıydı benimle, o gitmemeliydi.

Bir sabah zuhurunda, yine güneşli bir boşlukta yürüyüş günümle birlikte zamanı tekrar etmeye başladım. İçimdeki hissin sözleri çok farklıydı bugün. Diyordu ki : "Bugün farklı, bugün gökyüzü pamuklarla kaplanacak." Ve işte hissiyatımın sözleri doğruyu söylüyordu. O hep beklediğim şiddetli, olabildiğince şiddetli rüzgar esmeye başladı. Biz önde ilerledik o arkada esti, gürledi. Binmiştik kayboluşun sandalına. Ama hani o hep korktuğum vardı ya, yalnız şarkımı söylemek... O esen sert rüzgarla beni terkedip gitti öteki ben. Sözlerini de yanında götürdü. Bir tek melodisi var bende, fakat hiç içimden gelmiyor melodisini mırıldanmak. Bıraktım şarkı söyleme işini şu anda fısıltısıyla cümleler kurmaya çalışan penceremdeki rüzgarıma.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Seni Bulmak Ne Güzel

Yine gözyaşı gördüğüm süregelişlerin içinde kaybolan
Hem sessiz hem bir o kadar da çığlık çığlığa
Baktınız mı gökyüzüne bu zamanlarda hiç
Görüp görebileceğinizin mavi ile beyazda buluşmuş hüznün olduğunu biliyor musunuz

Gün gibi aşikar çekip gitmeler, çok uzaklara, sessizce
Hadi ama, hadi git artık demesi yok mu
Damarlarındaki direniş neden, niye ve kime bu isyanlar
Git denildi mi neden haykırırsın, duyulmasa da hiçbir yerden?

Bu hüzünlü yok oluşun bir anlamı olmalı demiyor muyduk hep
Ağladık mı bir yerlerde göz yaşı olsun, damlasın hüzünlü bedenlere
Demiyor muyduk bunu hep, istemedik mi böyle olmasını
Yok, yok galiba bilmeden yaşadık yaşananları, değerlendiremeden bitirdik ömrün her ilkbaharını

Seni sözlerde bulmak çok güzel, olmadığında cümlelerle seni anlamlandırmak
Bu hayasızlık içinde, çaresiz cümlelerden kaçınmak ne güzel
Bilmediklerimi seninle paylaşabilmek
Bu hayatı anlamlandırmak için yaşamak seninle, ne güzel..

Yaşasın..

8 Kasım 2010 Pazartesi

Bana Tiyatrolarımı Verin, Sinemasız da Yaşarım..

Hani bazen hissederiz karşımızdaki yaşadığı olayı bizimle paylaşırken onun duygularını. Başından geçen o kadar etkilemiş olur ki onu, yüzünde o anın tanıklığıyla bizleri çekim alanına sokarak öyle bir anlatır ki her ne yaşadıysa, biz de onunla birlikte zihnimizde canlanan hayal ile yaşarız onun o anlarını. Bu bir sanattır aslında. Anlatabilme sanatı, zihnindekini o akıcı üslup ve görsel hareketler eşliğinde izleyicisine sunabilme sanatı. Aslında birçoğumuz bu açıdan birer sanatçı da sayılırız kendi yaşantımız içerisinde. Öyle bir yetenektir ki bu, canlı dünyalarımızın akıcılığını, süreğenliğini bir başkasına yaşatabilme. İşte bir de bu yeteneklerin gerçek sanatsal boyuta taşınan tarafı vardır. Yüzyıllardan bu yana yapılagelen bir sanat. İnsanlık tarihinin belki de en eski sanatsal aktivitesi. Evet, tiyatro...

Tiyatro tüm canlılığı ile yaşama tanıklığının kattığı heyecan ve gerçeklik sayesinde insanların gönlünü uzun yıllar öncesinde çalmış ve hala da bu hırsızlığına devam etmektedir. Bunu yaparken bazen bir yazarın dünyasının aşk hikayesi olmuş, bazen tanıklık ettiği zamanın yaşanmışlığını anlatmış genç çağlara ve bazen de dönemin eksikliklerini ve yanlışlarını gerek kişisel gerekse de yönetimsel açıdan eleştiren bir araç olmuştur tiyatro. Çok sevilmesi ve gönüllerde canlı duyguların oluşmasının arkasında tiyatronun yüz yüze, çok yakınında cereyan etmesi olmuştur. Oyuncunun büründüğü o canlı kişilik, duyguları ve hezeyanı ile seyircisinin de kendisi gibi hissetmesine, oyunun devamı sırasında adeta bir oyun olmaktan çıkarak, izleyeninin de o anı yaşamasına olanak sağlamıştır. 

Tiyatro zaman içerisinde teknolojinin de gelişmesi ile birlikte bazı başka alanların da ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. Bunlardan en önemlisi günümüzde de popüler bir hal almış olan sinemadır. Sinemanın başlangıcı da çok yeni bir zaman diliminde olmamış olsa bile tiyatro gibi köklü ve varlıklı bir eser yanında son derece genç ve eksik kalabilmektedir. Şöyle ki tiyatro bahsettiğimiz gibi canlı unsurları barından bir sanat dalıdır ve izleyenini de kendi dünyasına çekebilme yeteneğine sahip bir sanattır. Fakat sinemanın günümüz koşullarında daha da gelişimi sonrasında, yapım teknikleri dolayısıyla az olan canlılığını ve gerçekliğini giderek daha dijital ve gerçeküstü olaylara terk etmesi söz konusudur. Yaşadığımız günün getirdikleri tembelliklerimizin de artışına ve emeğin yerini kolay yapımlara bırakmasına yol açmaktadır. Sinema da bu kolaylık ve tembelliklerden nasibini almaktadır. 

Sinemanın günümüzde hala bir sanat dalı olup olmadığı tartışılır bir durumdadır. Aslında bir sanat dalı demek belki eski yapımlarda söz konusu olabilir, fakat bu gelişmişliğin sinema üzerindeki gerçeküstü ve tembel etkisi zamanla görebileceğimiz o sanat tarafını da silmektedir. Zaten yeni ve özgün konu barındıran filmlerin yapılması da giderek azalmaktadır. Sinemanın gerçek hayattan beslenebilirliği de, beklentilerin artışının ışığında azalma göstermiştir. Fakat tiyatro böyle değildir. Yaşananlar, hissiyatlar, düşünceler insanlık tarihine yakın zaman eşdeğerinde bu sanat dalının da yaşamasına olanak sağlamıştır. Tiyatro gerçek hayattan tam anlamıyla beslenebilen bir sanat dalıdır. Bazen konu belki çok klasik olabilir; aşk olabilir, ayrılıklar olabilir, hüznün getirisi ile yapılan bir şeyler olabilir. Fakat bu klasik konuların dahi tiyatroda ilgi görmesi sırf tiyatro olarak sunulmasından ileri gelebilmektedir de.

Tüm canlılığı ve izleyenini çekim alanına alarak sunduğu eserleri ile tiyatro, her zaman vazgeçilmezim olmuştur ve dünyamı da bu benzersiz yönüyle aydınlatmaya devam edecektir. Bir musiki, bir senfoni edasında ruhuma seslenmeyi, melodilerini kulağımda tüm canlılığıyla fısıldamayı sürdürecektir. İnsan var olduğu sürece insanın gerçeğini yansıtan bu sanat da tüm özgünlüğü ile var olmaya, yaşadığımızı hissettirmeye devam edecektir.

7 Kasım 2010 Pazar

Bir Bilimsel Değerlendirmede "Aşk"

Çok uzun zaman oldu aşktan bahsetmeyeli, gerek kendi iç dünyamda gerekse de bir arkadaş sohbetinde uzun uzadıya ve hissedercesine bir şeyleri. Aşk insanlık tarihinin en vazgeçilmez ve en temel hissiyatlarından birisi olmuştur. İç güdüsel hissiyatların da en temel ve en yaygın olanıdır aşk. Kimi zaman inanışın gereğinin dışında hareket edilerek en büyük günahlara gebe durumlar ortaya çıkmasına neden olmuştur, olmaktadır ve olacaktır; kimi zaman da insan kimyasında hiçbir eylemin veremeyeceği hissiyatları yaşatmaktadır bedenlerde. Budur bazen deliyi akıllı akıllıyı da deli kıvamında güncelleyen. Üremenin temeli, sevmenin başlangıcı vs.. bunlar hepimiz tarafından da bilinen, ilkel kavimlerin bile nedenini bilmemelerine rağmen yaşadığı bir duygu. Her yaşta, her kişinin en beklenmedik anında tezahür edebilir. Klasik olanlar bu durumlardır ve söylenegelmiştir yıllardan beri. Aslında bu durumun bilimsel boyutundan bahsetmek istedim bu yazımda. Daha öncelerinde de birçok makale ve kitap okumuşsunuzdur içinizden birkaçınız, fakat bunlar hem psikolojisini hem de kimyasını bir arada veren yazılar olmamıştır kanaatimce. Benim de incelediğim ve bazı eserlerde ve yazılarda eksik gördüğüm bir durumdur bu. Yani ya sadece kimyasından bahsedilmesi ya da psikolojisinden. En çok da psikolojisinden bahsedilmiştir ki bu durumu anlamlandırmak ve çözümlemek o kadar da kolay olmasa gerek.

Bir bilim olarak psikoloji zihinlerin en derinlerine girer ve gerek yaşanan durumlar sonrası ortaya çıkan ve gerekse de yaratılışından ileri gelen karakter yapısının aydınlatılmasında en önemli araçtır. Yüzyıllar boyunca inanılmış bir gerçektir karakter yapısının kişinin gelişimiyle alakalı bir durum olduğu. Fakat uzun yıllar öncesinde tesadüfi durum sonrasında ortaya çıkan durumla birlikte kişinin karakterinin oluşmasında DNA sı dolayısıyla beyindeki bir bölgenin etkili olduğu kanısına varılmıştır. 1848 yılında bir kaza sonucu beyninin bir bölgesine zarar vermek suretiyle kafatasının bir bölgesinden girip diğer bir tarafından çıkan demir parçası ile yaralanan demiryolu işçisi Pheneas Gage, uzun bir zaman sonrasında önceki yaşamına aykırı bir şekilde çok garip durumlar sergilemiş ve onu tedavi eden doktoru John Harlow bu duruma beynindeki hasarın neden olabileceğini düşünerek araştırmalarına başlamıştır. İlk başlarda düşüncesi ve çalışmaları kabul görmemesine rağmen devam etmiş ve sonrasında onu takiben gelen bilim adamları beynin bir bölgesinin karakterin oluşmasında etkili olduğu kanısına varmışlardır. Bu da göstermektedir ki kişilik sadece yaşananlar ile değil yaratılıştan kaynaklı olarak da oluşan bir yapıdır. Tüm bunların ışığında aşkın psikolojisine indiğimiz zaman bazı insanların aşk konusunu ve hissiyatını çok daha farklı gördükleri ve yaşadıkları kanısına sahip olabilmekteyiz.

Erkeklerde görülen aşk anlayışı genelde sahipleme duygusunu ve cinselliği ön plana çıkarabilmektedir. Fakat kadınlardaki psikolojik yapı ise daha çok bağlılık ve geleceğe dönük planların oluşmasında etkili bir aşk anlayışıdır. Bunlar genel ayrımlardır. Cinsiyetlerin kendi içindeki yapı farklılıklarına indiğimiz zaman erkeklerin bir kısmı hızlı bir kimyasal süreçten geçerken bir kısmı da gerek yaşanmışlıklardan kaynaklı gerekse de beyin yapısının etkisi ile daha uzun süreli aşk psikolojisine sahiptirler. Bazısı aşkın cinsel dürtülerini sahiplenirken bazısı da sevgiye dönüşebilecek bir durumun söz konusu olacağını düşünsel yapılarında barındırmaktadırlar. Bu durumlar kadınlarda da hemen hemen paralel olmasına rağmen yine de bazı noktalarda keskin ayrılıklar görebilmekteyiz. Yaşanan ortam ve ahlaki bazı değer yargıları bu düşüncelerin eğilimsel gelişiminde en etkili olanlarındandır. Kadınlar aşkı bir bağlanma aracı olarak görmektedirler. Sevgiye giden yol ve sonrasındaki ilişkinin gidişatının en etkili başlangıç aracı kadınlara göre aşktır. Kısa süreli durumlardan münezzeh bir anlayış ile donatmışlardır yaşamları ile gelişen karakter yapılarını. 

Asıl olan yine beynin uyartıları sonrası ortaya çıkan kimyasalların rolüdür. Dopamin, serotonin, endorfin ve epinefrin  gibi hormonlar çoğu zaman etkilidir. Sonrasında ise oksitosin, vazopressin hormonları ortama ağırlıklarını koymaktadırlar. Ama dediğimiz gibi yine olayda en etkili olan biyolojik yapı beyindir. 

İnsanlık tarihinin başlangıcından beri yaratılanı meşgul eden bir konu olan maddi aşk, tabi ki insanlığın tarihinin sonuna kadar da devam edecek ve kimi zaman bir cinayetin nedeni olacak kimi zaman en büyük kavgaların başlangıcı olacak ve bazen de insanların gözlerinin bağlanmasının temel nedeni olacak. Bazen devamında sevgiye dönüşecek zihinlerde bazen ise hiç bitmeyeceğini zannederek bağlılığın, kopamamanın kimyasal silahı olacak. Ama şu da açık ki her zaman birlikteliklerin en temel ve en etkili aracı olacaktır aşk. Ve defalarca zarar görülmesine rağmen tekrar ve tekrar yaşanılmasının isteneceği bir hissiyata sahiplik edecek.


4 Kasım 2010 Perşembe

Melodi

Sessizlik benim başımı ağırtıyor! Evet evet, sessizlik... Zulüm gibi geliyor duyamadığım yüksek sesler, anlamadığım suskunluklar. Çok mu yükseklere çıkmak gerekli gökyüzünü duyabilmem için. Ama çok sessiz bu dünya, çok bilinmeyenli. Bugün bir melodi takıldı dilime beynimdeki soruları cevapklarken, sessiz sessiz beklerken ucube saatleri. Sözleri bile yoktu, aklıma gelmedi dedim belki, ama hiç olmamıştı ki nasıl bilsin bağırışlardaki bu beynin hücreleri. Ağlamaklı bir melodi, zaman zaman hicran notalarına rastlıyor bazen de aşık delikanlı edasıyla süzülüp geçiyor öylece beynimden. Hüzünlü bi söz yazılsa, hani biri gelse bu melodinin sözleri bunlar dese, en azından en güzel bunlar olur dese. Olmaz, olamaz...

Sadece notalar değildi beynimden dökülen, sadece sessiz bir bekleyişin hüzünleri ile yoğrulan beynin yanlış cevaplanmış soruları değildi. Değildi bir köle, bir bekleyişin muzdaribi değildi bu ruh. Aynı zamanda olmamış hüzünsüz günlerinin peşinden koşan delinin biriydi, taassub ile gecesini seven biriydi. Deli işte, ne yapsa seversiniz!.. Anlamak yetmiyor dünyayı sadece. Bir de anlatmak gerek, anlatmaya da ilk kendinden başlamak en akıllıcası. Kabullenmeden dünyayı, bekleyemezsin başkasının da anlattıklarına inanmasını. Kabul ettim beynimdeki notaları, istediğim olmadı ama ben kabul ettim olduğu gibi o sözsüz melodiyi. Ruh anlıyor değil mi, o zaman ne gerek var sözlere. Anlattıysak kendimize melodi ile dünyayı, sözlerini bilmeye de gerek yok yalnızlığın.

Aaahhh şu bekleyiş... Hiç peşimi bırakmayacak yalnızlık, beynimden geçen sözsüz sancılarla gebe ruhum elbet çıkaracak yalnızlığı zamanı geldiğinde. Ama o bekleyiş yok mu, işte o bekleyiş beynime notaları saldı, özgürce çalınan melodiyi dinlememi istedi. Sessiz her taraf, ben de sessizim ama beynim kalabalık şimdi. Dediğimiz gibi olacak mı, düşündüğümüz zamanlardaki gibi filizlenecek mi beklemelerin sonrasında istediğimiz. Değecek mi yani bu beklemeye, bu sözsüz melodileri dinlemeye, böylesine yalnız, hüzünle kalınmış ruh alemlerine.

Şairin dediği yere gittim dün gece rüyamda, söylenmesi gereken herşeyi söyledim. Mümkündü, söyleyebildim. O kadar uzaktaydı ki yolları aklımda tutamadım, ne de olsa ilk gidişimdi ve ne de olsa düşlerimde idi. Şarkılarımı da söyledim hem de sözleri olmadan. Tek bir melodi ile anlattım ve herkes anladı. Herkes oradaydı ve herkes dinledi, anladı. Anlatılan ruhun derinliklerine işledi ve tüm ruhunu notalara dökebilenler dinledi. Bu melodiyi bugünlerde her yalnızlığımda dinliyorum artık ve hep de yalnızlık oluyor. Elden ne gelir. Dinlemeye devam, bekleyişler bitene kadar...

Ne Yapıyorum Ben Burada?..

Rüzgar perdeyi her zamankinden daha fazla savuruyordu, şehvetli dalgalanmasıyla yüzüme vuran acımasız darbeleri bir daha yaşama odaklanmama ...